18 Aralık 2017 Pazartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM XXI/21



-Dalton Kardeşler-

-Dalton kardeşler yıllarca bir suç şebekesi olarak çeşitli hırsızlık, soygun ve gasp olayına karışırlar. Birgün Daltonlar, o zamana kadar hiç yapmadıkları bir şeyi deneyeceklerdir; iki bankayı aynı anda soyacaklardır.
Üstelik bir süre  yaşadıkları Coffeyville’de, yani kendilerini tanıyan insanların arasında yapacaklardır bunu.
Toplam beş kişidirler. Üç tanesi Dalton’dur. Birisi de Ret Kit. Tepeden tırnağa silahlı beş adam. Günlerden birgün sabahın erken saatlerinde birbirine oldukça yakın iki bankanın bulunduğu caddede yürümeye başlarlar.
Uyanık bir kasaba esnafı, ortada garip bir durum olduğunu sezer ve onları izlemeye başlar.
Haklarında gereken takibi yapar ve adaletin sağlanması için gördükleri ve duyduklarıyla ilgili belgeleri, bulguları dosya halinde  hazırlar ve gereğinin yapılması için yetkili makamlara  teslim der. Sonra da başlar Daltonların cezalarını çekmelerini beklemeye. Bu arada nereden çıktığı belli olmayan Red Kit diye birisi çıkar gelir ve Dalton Kardeşleri demir parmaklıkların arkasına girmekten kurtarıverir...-

Bitirirken

Yazı serisini birirken bugüne kadar yazdığım 20 hikayeyi ve kahramanlarını masal tadında bir daha hatırlayalım istedim.
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken Bıçkın Mücahitler(!) olarak bilinen 5 kişi varmış. Dalton Kardeşler de derlermiş bunlara. Gurbetçiymişler...Kendi ülkelerinden çok uzaklardaki Almanya adında bir ülkeye işçi olarak gelmişler. O ülkede Müslümanlar dini görevlerini yerine getirebilmeleri için teşkilatlar kurmuşlar. Bu dini teşkilatların çoğu Türkiye diye bilinen bir ülkeden yönetilirmiş. Dalton Kardeşler de aralarında görev taksimi yaparak birşekilde o teşkilatların başına geçivermişler, kimisi camiye başkan olurken kimisi de çatı kuruluşlarını ele geçirmişler. Şans ya  gelmiş gelmiş tam da onları bulmuş...
Oturdukları koltuğa iyiden iyiye yerleşince de, astıkları astık, kestikleri kestik olmaya başlamış bu bıçkınların...Zamanla yönettikleri teşkilatlarda taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamışlar. İcraatlarını yalan ve iftira temelleri üzerine kurmuşlar... Oldukça zalimlermiş...Kargadan başka kuş da tanımazlarmış. Üstelik herşeyi çok iyi bilirlermiş bu Dalton Kardeşler...Bilmedikleri hiçbirşey yokmuş; mesela, siyaseti çok iyi bilirlermiiiş, dini çok iyi bilirlermiiiiş, ekonomiyi çok iyi bilirlermiiiiş, yayıncılığı çok iyi bilirlermiiiiş v.s. Anlayacağınız bunların herbiri bulunmaz birer Bursa kumaşıymıııış...

Bir özellikleri, daha varmış bu Daltonların; nereye el atsalar orayı kurutuverirlermiş. Koltuklarına oturduktan kısa süre sonra, çıkmışlar piyasaya ve vermişler gazı üyelerine; “Sermayelerimizi birleştirelim, ne zamana kadar üyelerin eline bakacağız, zengin olmak bizim de hakkımız değil mi? Para kazanalım, zengin olalım ve camilerimizin kirasını kazandığımız o paralardan ödeyelim, ayrıca ortaklarımıza da ortaklık payı verelim. Üstelik bu yolun sonun da vadedilen o cennet var. Hem para kazanacaksınız, hem de Cennet’i.” Üyeler açıvermişler cüzdanlarının ağzını ve Daltonların hayal dahi edemeyecekleri Alman Marklarını önlerine serivermişler. Daltonların gözü çakmak çakmak olmuş. Üyelerinden topladıkları bu paralarla, “Hicret Marketler Zinciri”ni kurmuşlar, şube üzerine şube açmışlar. İşten anlayan veya anlamayan kim varsa eş dost, hacı-hoca koymuşlar marketlerin başına. Çuvallarla paralar toplamaya başlamışlar. Topladıkları bu paraların hepsini kazanç olarak gördükleri için çok kısa süre sonra batırıvermişler marketleri. Ortaklar paralarını istemeye başlayınca da biz sizlere kâr ve zarar ortaklığı demedik mi? Ne parası istiyorsunuz bizden?  “Biz zarar ettik, sizlerin bizden para istemeye hakkınız yoktur(!)” deyip işin içinden sıyrılıvermişler. Bütün bunları söyhleyen büyük Daltonmuş.

Daltonlar bu olaydan sonra boş durmamışlar. Aynı ülkeye daha sonraları gelen bir de gurbetçi delikanlı varmış. Daha gelir gelmez üç arkadaş bir olmuş bir televizyon şirketi kurmuşlar, yayın hakkı da almışlar, yayın yaparlarmış Berlin denilen o kocaman şehirde. Adı da  Almanya Türk Televizyonu(TFD) imiş. Daltonlar bu sefer televizyona göz dikmişler. Çünkü Daltonlar televizyona maddi destek olurlarmış. Bakmışlar orada işler iyi gidiyor, bir gece baskınıyhla alıvermişler Gurbetçi delikanlının  elinden televizyonu. Yayıncılığın öyle dışardan göründüğü gibi olmadığını anlamışlar anlamasına da  iş işten geçmiş. Orayı da batırmışlar.
Bir süre sonra yine üyelerinin karşısına çıkarak; “kurumlaşmak zorundayız, bunun içinde arsalar ve binalar almalıyız” diyerek yine para toplamaya başlamışlar. Üyeler bu seferde kandırılmış. Arsalar alınmış, ancak o arsaların üzerinde kurum binaları yükselememiş. Camiler alınmış ve yapılan yanlışlıklarla(!) aynı cami yeniden ödeme yapılarak ikinci kez alınmış...Artık cemaatın verecek parası kalmayınca da  çeşikli bahanelerle koltuklarından kalkarak, yeni koltukların peşinde koşmaya başlamışlar. Mesela büyük Dalton Bursa diye bilinen şehirden Milletvekil adayı olmuş. İsmi listenin en sonunda yer alınca da cepheyi terkederek Umreye gidivermiş.

Büyük dalton, para muslukları birer birer kapanmaya başlayınca hemen atlamış “Tümelsan” adında bir holdingin yönetim kurulu üyeliğine. Aynı zamanda, merkezi Türkiye’de olan bir tarikatın Almanya temsilcisi de oluvermiş. Gururundan dübürü görünmeyen büyük Dalton, başlamış el vermeye, günah çıkartmaya.

Dalton Kardeşlerin en büyüğü olan bu şeyh bozuntusu, müritlerini: "Siz biliyor musunuz, ben neler biliyoruuum neler... Padişah hazretlerinin Amerikan bankalarında 50 milyon, İsviçre bankalarında  40 milyon Doları yatmaktadır haaaa.” diye anlatırmış ve eklermiş arkasından, benim 25 sene sonra o koltuktan neden ayrıldığımı sanıyorsunuz? İşte bu sahtekarlıklar yüzünden... İsteyen herkese belgeleriyle ispat ederim bu söylediklerimi"  üstü kapalı tehdit etmeyi de ihmal etmezmiş Genel Merkez yönetimini ve Ankara’yı büyük Dalton...

Müridler de "Vay beee, şu işe bak, görüyor musun olanları" diye dedikodu etmeye başlarlarmış ardını arkasını araştırmadan söylenenlerin. Ondan sonra da oturup zikir(!) yapmaya devam ederlermiş. Hiç birisi de "Sen 25 sene o teşkilattan  maaş aldın ve o zaman sustun, şimdi oradan ayrılınca mı onların para aşırdığı aklına geldi? diye sormazmış...Öyle saça böyle tarak. Öyle şeyhe böyle mürid...

Aynı telden çalan bir de doktorları varmış Daltonların. Cami başkanlığı da yapmış bu doktor Emir Sultan Camii diye bilinen Cami’de.  O da yolda-belde, tekkede camide nerede bulursa tanıdık birisini hemen yakalar, kartmatiği cebinden çıkarır yarın gel de seni muayene edelim der müşteri peşinde koşarmış, o mübarek yerlerde.  

Dalton Kardeşlerden ikincisini sürgün etmişler Almanya diye bilinen o ülkeden. Söylenenlere göre, onun da bankalarda milyonları varmıııış. Oysa bu Dalton Kardeş, cami kürsülerinden: "Değil faiz almak faiz vermek; bankaların saçakları altında yağmurdan ıslanmamak için birazcık duranlar bile annesiyle Kâbe'nin önünde zina etmiş gibidirler" diye de vaazlar verirmiş o şehirde hararetli hararetli... Hitabeti de oldukça kuvvetliymiş...Her sene teşkilatın hacc kafilesinin başında o gidermiş.  Anlatılanlara göre; Hacc sırasında “suç işledin bir deve kurban kesmen lazımdır” diyerek, olmadık davranışlardan suç icad eder ve hacıları soyup soğana çevirirmiş. Herhalde bankadaki bu paralar oralardan kazanılmış olmalıdır dermiş cemaat arkası sıra. Görev yaptığı camide para tolandığı sıralarda çaktırmadan aşırdıkları hariçmiş. Vaazlarında belden aşağıya vurmayı da ihmal etmezmiş haaa bu bıçkın mücahit...

Üçüncü Dalton aslında zavallı birisiymiş...O birinci Dalton'un elinde oyuncakmış aslında...İradesini ona teslim etmiş, büyük Dalton ne derse, o başını sallar ve emriniz olur sayın Dalton  dermiş. İki kelimeyi bir araya getirip de konuşamazmış ama...Ne yapacaksın, o  memnunmuş çantacılık yapmaktan...Üstelik teşkilat rütbesi birinci Daltonun rütbesinden üstünmüş...Ama ehliyet olmayınca ne yapsın zavallım... Zamanla utancından namaz kılacak cami bile bulamaz olmuş...Birisi bana birşey der diye de, köşe  bucak kaçar ddururmuş... Vakıf Camii diye bilinen cemaati oldukça az olan bir cami varmış o şehirde. Üçüncü Dalton o camide cuma namazı kılmaya mahkum gibiymiş. Etme bulma dünyası bu...Ne oldum değil ne olacağım demek lazımmış...

Dördüncü Dalton'a selam bile vermek istemiyormuş sokakta görenler. Ama o yüzsüzlük edip insanların zorla elini sıkmaya çalışırmış yılışık yılışık... Dördüncü dalton aynı zamanda inşaatçıymış, iyi de duvar örermiş. Ancak bir özelliği varmış ki sormayın gitsin. Bu usta, Hürrem Sultanlar'ın emriyle sadece evlerin bodrum kapılarını kapatmak için duvar örermiş. Bu konunun da uzmanıymış. Nedense duvar örmeye, Gorbachov’un Berlin Duvarı’nı  yıktığı sıralarda başlamış.
İlk ördüğü duvar; TFD Televiyzonu’nun sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni o gurbetçi delikanlının oturduğu evin bodrum duvarıymış. Delikanlı da Gorbachov gibi bir güzel yıkıvermiş o duvarı. Aslında Daltonlar, daha ilk geldiği günden itibaren başlamışlar Genç Delikanlı’yla uğraşmaya:
-Delikanlı dermiş; Kitap Ehli’nin kestiği yenir, onlar dermiş; yenmez.
-Delikanlı dermiş; müzik helaldir, onlar dermiş; haramdır. 
-Delikanlı dermiş; “üçten dokuza şart olsun boşol, boşol, boşol” demekle kadın boşanmaz, onlar dermiş; boşanır.
-Delikanlı dermiş; İslâm birden fazla evliliğe cevaz vermez, onlar dermiş; verir.
-Delikanlı dermiş; imam nikah diye bir nikah olmaz, onlar dermiş; olur. Delikanlı tam 25 sene bunlarla uğraşıvermiş. Hâlâ da uğraşırlarmış onunla.

Dördüncü Daltonun yaptığı ve genç delikanlının  yıktığı bu duvarın mahkemesi kurulmuş. Mahkeme heyeti Genel Merkez’den gelmiş. Heyet olup bitenleri taraflardan dinlemiş ve sonra da duvarın örüldüğü yerde keşif yaparak kararını vermiş.Karar: “Delikanlı duvarı yıkmakta haklıdır.”
Bu heyetin kararından sonra, hemen alıvermiş dördüncü daltonun kellesini Genel Merkez. Böylece  IGMG Berlin Bölge Başkanlığı’da boşalıvermiş. Eeeee etme bulma dünyası demişler bu dünyaya...Zalimin zulmü varsa mazlumun da âhı vardır...Herhalde yapılan zulümler karşılıksız kalmayacaktır, Allah hesabı çetin olandır, Allah'ın acelesi de yoktur.

Gel zaman git zaman, Dalton Kardeşlerin  Berlin diye bilinen o şehirdeki havasını, saltanatını uyanık bir kasaba esnafı sonlandırıvermiş...
Ancak, uyanık kasaba esnafı onları farkedinceye kadar, aradan 25 sene geçmiş.  Uyanık kasaba esnafının araştırmalarına göre; Dalton kardeşler, uzun süre yönettikleri teşkilatları 5 milyon Euro civarında zarara sokmuşlar...Zararın hesabını  kendilerine sormak için epeyce uğraşmış kasaba esnafı ama, gücü yetmemiş.

Konu başvezire intikal edince Bor’un pazarı çoktan geçmiş. Geçmiş geçmesine de yine de bir hareket yapılması gerektiği için, baş vezir ve arkadaşları, apar topar Dalton Kardeşlerin görevine son vermişler.

Halk bu karardan memnun olmuş olmasına da, mutlulukları uzun sürmemiş. Dalton kardeşlerden  boşalan koltuğa, yıllarca Daltonların muhasipliğini yapan, bıçkın bir mücahid(!) olan Ret Kit’ i  oturtuvermişler. Koçum benim. O, +1 bıçkın mücahit (Ret Kit) de vefa borcu olarak 5 milyon Euro'nun iç edilmesini, zaman aşımına uğratıvermiiiş...Baş vezir de "Aferin evladım aferin...İşte böyle olacak, gel seni alnından öpeyim bakim" demiş ve görev süresini uzatıvermiş ödül olarak Ret Kit’in.

Hicret Marketler zinciriyle başlayan Dalton Kardeşlerin iflası, gurbetçilerin binbir zahmetle kurdukları teşkilatın iflasıyla sona ermiiiş.

Daltonlar, var güçleriyle uğraştıkları halde, “Gurbetçi Genç Delikanlı”yı, 25 sene boyunca Berlin’den sürüp çıkarmak için uğraşmışlar ama başaramamışlar. O yiğit delikanlı, hizmetlerini Berlin’de sürdürmeye hâlâ devam edermiş. Televizyon yayıncılığından uzaklaştırılmış, ama o, MOCCA DERGİSİ’yle yayıncılığını sürdürmekteymiş... Geride kalan Dalton artıkları, değişik zamanlarda, çeşitli vesilelerle,  o “Gurbetçi İhtiyar(25 sene önce genç idi) Delikanlı” hakkında karalama kampanyaları düzenlerlermiş. Buna rağmen O ihtiyar Delikanlı mücadelesini aynı hızla sürdürürmüş.  Masal da burada bitmiiiiiş...

BİTTİ
Not 1:

21 bölüm halinde ha-ber.com internet sitesinde yayınladığım bu hatıralar, umulur ki, gelecek nesillere ışık olur. Ben, yaptıkları işleri fazilet olarak anlatan o liyakatsiz muhteristlerin gerçek yüzleriyle tanınmasını istedim. Hatıralarımı yazmasaydım gelecek nesle ihanet etmiş olurdum. Teşkilatın kanını emen o sülüklerin tanınması gerekiyordu. Gelecek kuşakların geçmişleriyle yüzleşmeleri için bu gerekliydi. Geçmişiyle yüzleşmeyen insanlar geleceklerini hep tozpembe görürler. Yazdıklarım ortadadır. Bir diyeceği olan varsa, bu siteden bana ulaşabilir. Hatta yazdıklarımda yanlışım varsa onu da düzeltebilirler.

Not 2:
Bir sponsor bulursam bu yazılanları kitaplaştırmak istiyorum. Talip olan olursa site aracılığıyla özelden bana yazabilir, ulaşabilir.

Selam ve dua ile

2 Aralık 2017 Cumartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM XX/20



-Koskocaman bir teşkilat maalesef kifayetsiz muhteristler tarafından itibarsızlaştırlıverdi. Yazık oldu bunca emeğe, göz yaşına, dökülen tere, harcanan mesaiye-

Hocalar toplantısı

Siyami Öztürk’ün saltanatının ilk zamanlarında teşkilatta görevli olmadığım halde, ben de hocalar toplantısına davet ediliyordum. Gündemde olan bazı konuların hocalar toplantısında tartışılmasını istiyordu Öztürk. Zaman zaman bana, bazen de isteyen hoca arkadaşlara konular veriyor, bu konuların hocalar toplantısında anlatılmasını ve sonra da üzeride tartışılmasını istiyordu. Tartışmaların o kadar sağlıklı olduğunu söylemem mümkün değil. Arkadaşlar sunumu yapılan konuyu tartışma yerine, o fikrin sahibi olan kişileri tartışmayı tercih ediyorlardı. O kişiler “mezhepsiz, reformist, Ehl-i Sünnet düşmanı” gibi yakıştırmalarla itibarsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Bir seferinde bana Hz. İsa’nın gelip gelmeyeceği konusu verildi. Ben de sunumumda ‘Hz. İsa tekrar yeryüzüne gelmeyecektir. O’nun devri tamamlanmıştır... Cemaati boş hayaller peşinde koşturmayalım..., Hz. İsa’nın tekrar gelmeyeceğini cemaatimize anlatalım’ ve bu yanlış inançtan onları kurtaralım dedim. Hocalardan bana katılanlar oldu. Katılmayanlarda vardı, bazıları da her zaman olduğu gibi konuşmamayı tercih ettiler. Erol Dağaslanı (Muzaffer İnanç) ve Zülküf Gül Hz. İsa’nın geleceğini savunanların başında gelen isimlerden. Putlarına dokunmuş olmalıyım. Birden patladılar, hakaretle karışık bir tarzda açıkladılar görüşlerini. Ciddi bir delile dayanan açıklamalar değildi bunlar. Ancak toplantının tadını kaçırmayı başardılar. Önceki toplantılarda da karşılıklı atışmalar oluyordu ama belli bir seviyede kalıyordu. Bu sefer sanki kavga çıkarmaya yönelik bir amaç için seslerini yükseltiyorlardı. Kırmızı görmüş boğa gibiydiler. Ellerinden oyuncağı alınmış çocuğa benziyorlardı. Birdenbire ortam gerildi.
Sonradan duyduğuma göre Dağaslanı Siyami Öztürk’e; “Rüştü hoca teşkilatta görevli olmadığı halde bu toplantılara niçin katılıyor...? demiş” başka neler dediyse demiş. Sekreter Bekir Akbay telefonda bana bir daha hocalar toplantısına katılmamam gerektiğini nazik bir şekilde mesajla bildirdi. Zaten beklediğim bir sonuç olduğu için eyvallah dedim ve  kendi yoluma devam ettim.

Beni üzen şey sadece bu tartışmalardaki seviyesizlik değildi. Genel Merkez’deki fetva heyetiyle, 6 ay süresince İcra Kurulu’nun önünde, benzer tartışmaları yaptığım için hocaların yaydıkları “hakaret mikrobu”na karşı bağışıklık sistemim güçlenmişti.

Beni üzen şahsıma karşı yürütülen itibarsızlaştırma kampanyasıydı. Bazı arkadaşlar Mahmut Gül’e teklif ettikleri gibi Siyami’ye de teklif ediyorlarmış, ‘Rüştü Hoca’ya görev verin..’ diye. Hatta cümleyi şöyle kuruyorlarmış: “Rüştü Hoca’ya niçin görev vermiyorsunuz?” O da, “Biz onu Türk Eğitim Derneği’nde görevlendirdik” dermiş. Tabi ki bu açıklama, biz onun maaşını da ödüyoruz anlamına geldiği için, benim ağırıma gidiyordu. Siyami’ye duyduğum bu şeylerin doğru olup olmadığını sordum, geçiştirdi. ‘Bizzat bölge yönetim kuruluna gelip o konuyu bana söyleyenle Siyami’yi yüzleştirmek istedim. Talebim reddedildi.

Aslında Siyami ile aram iyiydi benim. Abdurrahman Akgül, Musafa Yücel ve Hamdi İlhan’ın ortak olarak işlettikleri mekanda (Colores GMBH) haftada bir yaptığımız derslere Siyami de katılırdı. Milletvekili seçimlerine bile gittik Siyami’nin arabasıyla Türkiye’ye. Hatta Makedonya’da kaza yaptık, Allah korudu ve bizler arabadan yara almadan çıkabildik. Bölge başkanı olduğu ilk aylarda da saygısı devam etti Siyami’nin. Daha sonra ne olduysa oldu, birden viraj aldı ve bana karşı bir cephe oluşturdu. Makam mı insanı değiştiriyor yoksa o makama getirenler mi değişimi sağlıyorlar bilmiyorum.

Maide-i Kur’an toplantısı

Berlin’de bütün dini cemaatler Kutlu Doğum Haftası’nı ilk defa birlikte kutladılar. Dosta düşmana karşı övünülerek anlatılacak bir uygulamaydı bu. Müslümanlar Berlin’de bir ilkin altına imza attı diye oldukça gururlanmıştım. Maalesef bu kutlama ilk ve son defa yapıldı. ‘Diyanet İşleri Başkanı bu toplantıda konuşma yapacak.’ dediler. Başkan’ın konuşmasını merakla beklerken  bir de duyduk ki; Siyami Öztürk bu konuşmaya bazı şatlar ileri sürererk mani olmuş. Kutlu Doğum Haftası’nda bütün dini cemaatler bir araya gelmişlerken Diyanet İşleri Başkanı’nın orada konuşması ne kadar da anlamlı olurdu. Böylece Başkan’ın vereceği mesajlar açısından da fevkalade öemli bir fırsat kaçırılmış oldu. Dini Ceaatler bundan sonra bir daha bir araya gelemediler(iftar sofraları hariç). Daha sonraları her cemaat Kutlu Doğum Haftası’nı kendileri kutlamaya başladı. Milli Görüş bu kutlamayı Maide-i Kur’an adı altında yapıyordu.
Siyami Öztürk, başkanlığının ilk yılında Maide-i Kur’an programında yapacağı konuşmayı benim hazırlamamı rica etti, hazırladım. Konuşmasını yaptı. Programdan sonra konuşma ile ilgili eleştiriler yapıldı. Bilhassa Peygamberimiz’in bıraktığı tek emanetin Kur’an olması, bazı hocaları ahatsız etmiş  olmalı ki, konu hocalar toplantısına kadar getirildi. Hararetli tartışmalar oldu. ‘Neden tek emanet deniliyor, Kur’an ve Sünnet demenin ne mahsuru vardır? Bu yapılan sünneti devre dışı bırakmaktır ...’ tartışma uzadı gitti. Bir ben ve bir de Siyami’nin bildiği bo konu nasıl oldu da deşifre oldu anlayamadım.

Konuşmanın metni aynen şöyleydi:

Muhterem Genel Başkanım, saygıdeğer misafirler, kıymetli dernek başkanları, saygıdeğer basın mensupları ve değerli misafirler, IGMG Berlin Bölgesi’nin hazırlamış olduğu sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’i anma gününe hoş geldiniz der hepinizi hürmet ve saygılarımla selamlarım. Allah’ın selamı ve rahmeti bereketi üzerinize olsun.
“Saygıdeğer konuklar,
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın elçisi ve son peygamberi Hz. Muhammed (sav), eski dünya olarak bilinen Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan Arabistan Yarımadası’nın batısındaki Hicaz bölgesinde Mekke’de dünyaya gelmiştir.

Mekke’de, Arabistan Yarımadası’nın genelinde olduğu gibi putperestlik hâkimdi. Kâbe ve çevresinde sayıları 360’a ulaşan putların en büyüğü Hübel, Kureyş’in en önemli putu idi.
Böylece Mekkeliler sadece Allah’a kulluğu öngören tevhid inancından saparak, Allah’a ulaşabilmek için putları aracı olarak kullanıyorlardı.
İşte Hz.Muhammed böyle bir coğrafyada böylebir ortamda Miladi 571 yılında dünyaya gözlerini açtı. Şair bu durumu şu şekilde ifadeye koyar:
"Çevre yanuma gelüp oturdular
 Mustafa'yı birbirine muştular
 Didiler oğlun gibi hiçbir oğul
 Yaradılalı cihân gelmiş değil
 Bu senin oğlun gibi kadri cemîl
 Bir anaya virmemişdir ol Celîl."

Mekke’de, kutlu doğumun gerçekleştiği bu dönemde, Bizans İmparatorluğu, İran ve Habeşistan bölgenin önemli süper devletlerindendi.
Güçlü olanın haklı görüldüğü böyle bir dünyanın kaderini değiştirecek olan Peygamber Hz. Muhammed, ferdî plânda, şirkten uzak, "Bir olan Allah'a" iman etmek öğretisiyle geldi. O’nun öğretisinde; aşırılıklardan uzak, mutedil, yaşadığı dünyanın imtihan yeri olduğunun bilincinde, her iyiliği öven ve yücelten, her çirkinliği yeren ve reddeden bir anlayış vardı.  İnsan haklarına saygılı  olan duyarlı bir toplum oluşturmak vardı.

Kıymetli misafirler,
Programında, yeryüzünde adaleti tesis etmek için mücadele olan bu Son Peygamber’i tanımak; onu kabullenmek, yakınlık hissetmek, örnek almak ve sevmek dinin vazgeçilmez bir esasıdır. Tanımadan ne iman etmek, ne sevmek ne de örnek almak asla söz konusu olabilir.

Tanımaktan maksat; O’nun  beşer üstü niteliğini değil, beşeri kimliğini bilmek ve anlamaktır: Çünkü, O’nun beşerî kimliği; kavramak, öğrenmek ve örnek almak zorunda olduğumuz, ilahi vahyin somutlaştığı formattır.

Buyruk şöyledir;
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”

Değerli konuklar,
İçinde yaşadığımız yüzyıl, Hz. Muhammed’e yabancı bir yüzyıl olarak karşımızda duruyor. Neyazık ki bu durum sadece Batı ülkelerinde böyle değil, İslâm ülkelerinde de aynen böyledir.

Tüm bu çelişkileri bir yana bırakarak, önder, örnek ve rehber olarak gönderilen Peygamber’in nasıl bir Resul olduğunu, yeniden öğrenip, O’nu Kur`an`ın tanıttığı gibi tanımaya ve anlamaya çalışmak zorundayız.

Yüce Rabbimiz, Hz.Muhammed (sav)’i bir şahit, müjdeleyici, uyarıcı, kısacası rehber ve örnek olarak gönderdiğini bildiriyor ve gönderdiği bu Elçi’nin nasıl bir Rasül olduğunu yine Kur’an-ı Kerim’de haber veriyor bizlere:  “Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.”, “Andolsun ki, Rasülullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir ”.

Saygıdeğer konuklar,
Ben Müslümanım deyip de, Kur’an’ı ve Rasül’ü tanımak için olumlu en ufak bir çaba sarf etmeyen kişiler, kurtuluşları için Allah’tan birşeyler bekleyemezler. Çünkü dünya ve ahiret kurtuluşunun  rehberi Rasül’dür... Bunun içindir ki, Kur’an’ı Peygamber’den, Peygamber’i de Kur’an’dan tanımak zorundayız…

Değerli konuklar,
Bir Peygamber’e iki tür saldırı yapılabilir. Birincisi fiziki varlığına yönelik saldırı, ikincisi misyonuna yönelik saldırı. Misyonuna yönelik saldırı, fiziki varlığına yönelik saldırıdan bin kat daha beterdir: Çünkü, Peygamber’i peygamber yapan O’nun misyonudur.

Saygıdeğer misafirler,
Siz de takdir edersiniz ki, O’nun fizik varlığına yönelik saldırı artık mümkün değildir. Çünkü O görevini yapmış olmanın huzur ve mutluluğuyla ahirete intikal etmiş ve Sevgili’sine kavuşmuştur. Fakat aynı şeyi O’nun misyonu için  söylemek mümkün değildir. “O’nun misyonuna yönelik saldırı kıyamet sabahına kadar devam edecektir.

Bu tehlike ve tehdit dün vardı, bugün var ve yarın da var olacaktır.
Hz. Muhammed'in misyonuna yönelik saldırılar, hep onu sevmeyenlerden değil, bilakis bunların çoğu onu sevenlerden, daha doğrusu onu sevdiğini iddia edenlerden gelecektir. Böyle bir sevginin zehirli bir sevgi olduğunu dile getirmeme  sanırım gerek yoktur.

Saygıdeğer misafirler,
Peygamberlerin gönderiliş amacı, insanlığın tevhidi doğru anlamasını temin içindir. Zira insanlığın en kadim sorunu “anlama sorunu”dur. İnsan, bilgiyi elde edecek, üretecek ve iletecek bir donanımla yaratılmıştır. Bunu doğru yapması, ancak doğru anlamasına bağlıdır. Yanlış anlaması halinde bütün bu bilgi elde etme, üretme ve iletme süreçlerini bir yanlışa alet eder. Sonuçta Allah'ı yanlış anlar, varlığı yanlış anlar, kendisini yanlış anlar, tabiatı yanlış  anlar…
İşin kötüsü, gönderiliş amacı insanlığın doğru anlamasını temin olan Peygamber’i de yanlış anlar. Bu anlayış tehlikeli bir anlayıştır.

Sevgili konuklar,
İşte meselenin püf noktası da burasıdır. Efendimiz aleyhissalatu vesselam, bu probleme daha baştan dikkat çekmiş, yanlış anlamaya meyilli olanlara karşı sözlü ve fiili tedbirler almıştır.
O’nun bu hassasiyeti, onu tarihte kalmış “tatlı bir anı” gibi, sadece anma programlarıyla anmaya kalkan kimseler tarafından asla anlaşılamaz ve anlaşılamayacaktır. 

Allah, Müslümanların anıları arasına girmesin diye, O’nu “örnek” göstermiştir. Bir insanı örnek göstermek, onun yeniden üretilebilir, yaşatılabilir ve yaşanabilir olduğunu söylemektir. Bunun anlamı onu çağa taşımak, onunla çağdaş olmak demektir.

Muhterem misafirler,
Her değerin arısı da olur sineği de. Bir değerin arısı onu üretendir, sineği onu tüketendir. Değer ne kadar büyükse, arısı ve sineği de o kadar büyük olur. Allah Rasulü biz Müslümanlar için çok çok değerlidir. Bunu söylemek kolaydır. Fakat o değerin kadir  kıymetini bilmek, söylemek kadar kolay değildir. Hele onu üretmek, taşımak ve yaşamak daha da zordur.

Değerli konuklar,
Son Peygamber Hz.Muhammed (sav)’in  öne çıkan bazı özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür;
O; âlemlere rahmettir, bir zorba değildir, en üstün ahlaka sahiptir, ıslahatçıdır, keyfine göre konuşmaz, tebliğ görevini adaletle yapmıştır ve ümmetine düşkündür.
O, çok sade bir hayat sürmüştür.
O, zengin, fakir, büyük, küçük ayırt etmez herkesle ilgilenirdi. Kendine gelenleri geri çevirmez, hakka uygun olmak kaydıyla meşru istekleri yerine getirmeye çalışırdı. Kimseyi üzmez, kırmaz, küçük görmez, insanları sever onların iyiliğini isterdi. Cömert ve iyilikseverdi. Cesaretli, sabırlı azimli ve ümitli idi.
O’nun sevgi ve merhameti, sadece kendisine tâbi olanlara yönelik değildi; inancı, rengi ırkı, makam veya cinsiyeti ne olursa olsun Allah'ın yarattığı tüm mahlukâtı kapsamaktaydı. Düşünen varlıkların dışındaki diğer canlıları da ihmal etmeyen Son Peygamber, hayvanları severdi, ashâbına da hayvanlara kötü davranmamaları konusunda uyarılarda bulunurdu.
O, sorumluluğunun bilincinde, insana değer veren, çevresinde bulunan herkesin acısını içinde hisseden, kendisine inanmayanların bile mahvolup gitmesine olan üzüntüsünden dolayı kendisini kahreden, özgüven sahibi, başkalarının kimliğine saygılı, içinde yaşadığı toplumun tabii ve beşerî kültür mozaiğine sıcak, geçmişe ve peygamberler ailesine vefalı, Müslüman olan ve olmayan herkesle iyi diyalog kurup onlara güzel davranan, barışın en doğru yol olduğunu, barış ve esenlik içinde yaşamanın savaştan daha güzel sonuçlar verdiğini, hiç kimsenin inanç ve kanaatlerini değiştirmeye zorlanamayacağını düstur edinmiş bir sosyal münasebet çizgisi olan bir peygamberdir. Kısacası O, savaş değil barış peygamberidir.

IGMG’nin saygıdeğer misafirleri,
O Allah’a kul olmayı kendi için en büyük şeref kabul etmiştir. Bu yüzden O, kul-rasüldür. Yani insanlara, insan olarak gönderilen bir rasüldür: Çünkü, örnek alacak insansa, ki insandır; öyleyse örnek olanda insan olmalıdır, melek değil.

          Durumun böyle olmasına rağmen  neyazık ki O, günümüzde çok iyi anlaşılamamıştır, kimileri için O, arkasından gözyaşı dökülen tatlı bir anı olmuştur.
Onlar O’nun hatırasıyla yaşamayı, misyonuyla yaşamaya tercih ederler. Onlar O’nun arkasından ağlamayı, onu önlerinde görmeye tercih ederler. Onlar O’nun sakalını ve hırkasını, misyonundan daha fazla severler. O’ndan bir efsane gibi söz etmeyi, birlikte yaşanılan bir "dost" olmaya yeğ tutarlar.
Daha başka kimileri için ise, O tarihin konusudur. O, "bir iletişim aracı" gibi ilahi mesajı iletmiş ve misyonunu tamamlamıştır. O, bugüne taşınamaz. Biz O’nunla, ancak tarihi bir değer olarak ilişki kurabiliriz.

Kur'an içinse O, hayatın aktif, kurucu ve inşa edici bir öznesidir.
Misyonu ölümsüz olandır. Kur'an, O’nu çağa taşımak için çırpınır.
O’nun tarihe hapsolmasını önlemek için O’nunla ilgili tarihsel olayları mü’minin yüreğine, imanına, ibadetine taşır.
Kur'an mü’minin hayatında onu güncel kılmak için ne gerekiyorsa yapar.
Kur'an'ın bak dediği yerden bakanlar ise onu "üretmek" için çaba harcarlar.
Kur'an'da O’nu, O’nda Kur'an'ı görürler.
O’nu Kur'an'la, Kur'an'ı O’nunla tanırlar. Kur'an'a O’nun aynası, O’na Kur'an'ın aynası gibi bakarlar.
Çünkü onlar, O’nun risalet mirasına ihanet etmekten korkarlar.

Öyleyse, Rasul’ün nasıl bir insan olduğunun  cevabı, Kur’an’dır. Kur’an ve Rasul’e nasıl inandığımızın  cevabı ise hayatımızdır.

Sevgili misafirler,
Hz.Muhammed, o çağda insan olarak bile kabul edilmeyen kadına insan olduğunu hatırlatmış, ve misyonuna sahip çıktığı sürece  Cennet’in onun ayağının altında olacağının müjdesini vermiş  ve  tüm dünyaya yüksek sesle bu müjdeyi haykırmıştır. Ve kadın  kimliğine bütün  zorluk ve güçlüklere rağmen sahip çıkan ve  hikâyesi Kurân'ı Kerim'de anılmaya lâyık, Hz. Meryem'i kadınlara örnek kadın olarak takdim etmiştir.

Ayrıca O, cemiyetin çok önemli bir üyesi olan kadınla, daha önce benzeri görülmemiş bir sosyal sözleşme yapmıştır ve elinden alınan haklarını ona geri vermiştir. Ve ona, o olmadan kusursuz bir cemiyetin olamayacağını öğretmiştir. Çok daha önemlisi, varlık-yokluk arasında gidip gelen kadına, Yaratıcı’nın verdiği değeri ve kendini önemsemeyi öğretmiştir.

Saygıdeğer konuklar,
Kur’an’ın Ehli Kitab’a yaklaşımını da O, şu şekilde hayata geçirmiştir:
O, Yahudilere ve Hristiyanlara karşı her zaman son derece adil ve merhametli davranmış, İlahi dinlerin mensupları ile Müslümanlar arasında sevgi ve uzlaşmaya dayalı bir ortam oluşturulmasını emretmiştir.
Peygamberimiz, Hristiyan ve Yahudilerin kendi dinlerini diledikleri şekilde yaşamalarına izin verecek ve özerk cemaatler olarak varlıklarını devam ettirebilmelerini sağlayacak anlaşmalar yapmış ve güvenceler vermiştir ve bu güvenceyi tarihe not düşülen şu cümleleriyle dile getirmiştir:

„Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah'ın, Peygamber'in ve tüm müminlerin himayesindedir. Hristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse istemeden İslâm'ı kabule zorlanmayacaktır. Hristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım edecektir".

‘’Hiçbir psikopos ya da keşiş kilisesinden ya da manastırından edilmeyecektir ve hiçbir papaz, papazlık hayatını terk etmeye zorlanmayacaktır. Onlara hiçbir eza ya da aşağılama yapılmayacaktır ve toprakları ordumuz tarafından işgal edilmeyecektir. Adalet isteyen adalet bulacaktır, ne zalim ne de zulüm bulunacaktır.’’
Sevgili konuklar;
Tüm bunların yanı sıra Resulullah Kitap Ehli'nin düğün yemeklerine katılmış, hastalarını ziyaret etmiş ve onlara ikramda bulunmuştur.

Hatta Necran Hristiyanları onu ziyaretlerinde Hz. Muhammed (sav) hırkasını yere sermiş ve üzerine oturmalarını söylemiştir.

Değerli misafirler dilerseniz sözü burada, Sözün Sahibi’ne bırakalım.
"... Kitap Ehli'yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz."

Ve hüküm, kendisine ve ahiret gününe iman ederek salih amellerde bulunan Yahudiler ve Hristiyanları onurlandırıcı bir edayla şöyle konur: 

„Şüphesiz, iman edenlerle, Yahudiler, Hristiyanlar ve sabiilerden kim; Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.“

Saygıdeğer misafirler,
Konuşmamı, ümmeti olmakla şeref duyduğumuz Sevgili Peygamberimiz’in, Veda Hutbesi’nde bize emanet olarak bıraktığı mirasını, bu vesileyle sizlere önemine binaen  hatırlatarak bitirmek istiyorum. “Size bir emânet bırakıyorum. O“na sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânet, Allah'ın kitabı Kur'ândır.’’
Allah cümlemize Kur’an ve Sünnete uygun bir hayat sürmeyi nasip etsin.  Allah’a emanet olunuz.”

IGMG de görev yapan hocaların profili

Teşkilatta görev yapan hocaların çoğunluğu kargadan başka kuş tanımazlar. Tetikçilik yaparak para kazanmayı tercih ederler. Bunun için; kürsülerde Milli Gazete’nin reklamını yapmakta mahsur görmezler, Milli Görüş düşüncesini dillendiren partiyi de kürsüye taşımak onlar için görevdir. Kitap okumazlar, gazete ve parti bilgileri onlara yeterlidir, dini de Erbakan’ın kasetlerinden öğrenirler. O hocalara göre; Milli Görüşçüler herşeyi müklemmel yaparlar, yapılan olumsuzluklar onların hatasından kaynaklanmaz, ah o düşmanlar yokmu, işte onlar olmasa başarılı olacaklardır, onların yapacakları hayırlı işlere o düşmanlar engel olurlar, ah şu düşmanlar...Salla başı al maaşı. Yaratan’a değil de para atana hizmet etmek işte böyle birşey.
Kürsüye çıktıklarında, rızkın Allah’tan geldiğini anlatrlar, aşağıya indiklerinde kendileri rızkı Allah’tan değil Milli Görüşten beklerler. Ya görevlerine son verilirse ne yapacaklardır?
Bu konularda hocalar ne kadar suçluysa yöneticiler de o kadar suçludurlar. Adil düzen kavramını ağızlarından düşürmeyen yöneticiler, cami de çalıştırdıkları hocalara haklarını tam olarak vermezler. Emekli hocalarla hizmetlerini devam ettirmek isterler. Az maaş çok iş.
Ahiretten, adaletten, hesaptan bahseden bir teşkilattan bahsediyorum. Veren memnun alan memnun. Allah, bu yapılanlardan, anlatılanlardan ister memnun olsun istemezse memnun olmasın, Allah’ı takan kim...Kendi cemaatini inandıkları dini istismar ederek kandıran, onları Allah ile aldatan teşkilattanve onn hocasından ne hayır gelir, gelmedi de. Neredeyse kayboldu, olacak...Allah ile aldatmaya şahit olduğum ilginç bir örneği sizlerle paylaşmak istiyorum:

Satıyorum... Satıyorum... Satıyorum... Saaattım...

Kadir Gecesi’nde Hacı Bayram Camii’ne gittim. Müzayede salonu mu, yoksa Cami mi bilemedim? Caminin kapısından içeriye girerken duyduklarımdan dolayı, önce yanlış yere geldiğimi sandım. Etrafıma baktım geldiğim yer doğru, yani camiye gelmişim. Şok yaşadım.
Ramazan’da sünnilerin camilerinde istisnasız her akşam para toplanıyor. Bazen zekât ve fitre zarfları dağıtılıyor, bazen camiye yardım adı altında paralar devşiriliyor. Bazen de Pakistan için, İslami hizmetler için, dışarıdan gelen başka cemaatlar için v.s. para, para, para... İbadetten zevk almak mümkün değil ?
Hoca efendiler; "dualarınızın kabulü için pamuk eller cebe" diyerek, duanın kabulünü bile alacak oldukları parayla ilişkilendiriyorlar. İnsanların camilere gelmeyişinin, cemaat sayısındaki azalmanın sebeplerinden biri de bu tür uygulamalar olsa gerektir. Ama böylesini ilk defa gördüm. Cami dönmüş müzayede salonuna, çığırtkanlığını da Ramazan Gülmez hoca yapıyor, sakalıyla, sarığıyla sırtında cübbesiyle.

Müzayede başlıyor; “Satıyorum...Satıyorum...Satıyorum...Saaaattım.” Evet, Kadir Gecesi'nde yapılıyor bu müzayede. Camideyiz. Normal şartlarda hoca, camide dünya kelamı konşulmaz diye insanları ikaz ederken kendisi şimdi açık artırmayla satış yapıyor. Açık artırmayla satış yapan hoca, satış yapılan yer cami, satılan şey ise Kur’an ve Kâbe’nin örtüsü. "Satıyorum, satıyorum, saaattım..." Satışa ilk konan Kur’an; gümüş kaplı olduğu söylenen bir Kuran. 300 €'dan başlanıldı artışa, 500 €'ya bir delikanlıda kaldı. Sonra yeni bir satışa daha başlanıldı. Ramazan Gülmez hoca kürssüden yönetiyor müzayedeyi. Ve cemaatin duyusuna hitap diyor: “Biz bu gayreti sizin için gösterdik. Üzerindeki koku tabii kokudur, evinizin devamlı olarak bu kutsal kokuyla dolmasını istemez misiniz? Bu örtünün kumaşı has ipektir, Mısır'dan gelmiştir, maliyeti 1500 € dur. Bu kıymetli örtü Kâbe'nin örtüsünden bir parçadır... Yok mu başka artıran, ....satıyorum, satıyorum, satıyorum, saaattım.” 3.000 €'ya satıldı. Mesleği doktorluk olan birisi almış bu örtüyü.

Satışlar bitti ama para toplama işi daha bitmedi. Hoca hemen sonra kumbara soruşturmasına başladı. "Sizlere kumbaralar dağıtmıştık, dolduranlar getirsinler ve teslim etsinler."
Ve  arkasından hoca devam etti, "Zekât ve Fitre'lerinizi vermekte acele ediniz, bu konu ile ilgili zarfları dağıtmıştık bu güne kadar zarfları getirmeyenler acele getirsinler!"
Hoca devam eddiyor; " Pakistan'daki kardeşlerimizi de unutmayınız, bu gece onlar için de para toplanacaktır, görevli olan arkadaşlarımız hemen kalksın, saflar asında dolaşarak paraları topasın, çünkü namaz vaktini bir hayli uzattık..."

Bunun adı Allah ile aldatmak değildir de nedir?

Kur’an’ın inmeye başladığı bir gece olan Kadir Gecesi’nde yapılan bu aymazlığın adı Allah ile alatma değil de nedir? Beynimden vurulmuşa döndüm. Aman Allah'ım camide sarığıyla cübbesiyle hoca kürsüye çıkmış, Kadir Gecesi'nde, kutsallarımızı satıyor, Kur’an’ı satıyor, K’abe’nin örtüsünü satıyor, hem de açık artırmayla. Para, para, para... terbiyesizliğn bu kadarı da fazla. Kadir Gecesi'nin öneminden bahsetmek yerine, o gece inen Kur'an'ın hayatımızda yapması gereken değişiklikleri üzerine basa basa anlatmak yerine, müzayedeyle kutsallarımızı satmak ne kadar onur kırıcı...  
Cami doluydu, bilhassa gençlerin camide olması beni sevindirmişti. Bu doluluk Kadir Gecesi'ne mahsus bir doluluk olmalıydı. O gencecik beyinler Kur'an ayında ve Kur'an'ın inmeye başladığı ve "bin aydan daha hayırlı" olduğu bildirilen bu gecede, Kur'an'ın buyruklarıyla baş başa kalsalar ve Yaratıcı'larına biraz daha yakın olmaları için gerekli bilgileri alıp da, evlerine öyle gitseler olmaz mıydı?
Oysa gençler o gece Ramazan Gülmez hoca tarafından iğfal edildi, teşkilat yöetmi de bu şarlatanlğa çanak tuttu. Ve cemaat müzayede çığırtkanlığıyla kirlenen beyinlerle eve gittiler. Gecenin kutsallığı yerine filancanın zenginliği konuşuldu eve giderken... Allah ‘Benim kitabımı para karşılığı satmayın dediği halde bu yapıldı: "...Artık insanlardan korkmayın, benden korkun da ayetlerimi basit bir ücret karşılığı satmayın..!’(Maide 44) diye çeşitli vesilelerle ikazlarda bulunurken Kur’an, Allah'a rağmen O'nun kitabını açık artırmayla satmak... Yazıklar olsun...

Aslında ben hoca efendilerin bu işi severek yaptıklarına inanmıyorum veya inanmak istemiyorum. Hocaları bu hale getirenler, onları para toplama memuru olarak görenler varya, benim hıncım onlaradır. Hoca'yı üstü kapalı olarak maaş konusunda, iş konusunda tehdit ediyor Milli Görüş Teşkilatı’nın yöneticileri. Teşkilatlarda ve cemiyetlerde derin devletler var. Allah'ın, "Errızku alellah/ rızık Allah'a aittir" taahhüdü konusunda zaafı olan bazı hocalarımız da duruşunu belli edemiyor. Sonuçta hoca tahsildar oluyor. İmam-ı Azam'ı kendisine örnek alsa, belki bu duruma düşmeyecek. "Resmi makamların istediği fetvayı vermediği için kırbaç altında ölecek" gerekirse, ama onurunu çiğnetmeyecek, hocalık onurunu çiğnetmeyecek. Ben böyle yürekli hocaları arıyorum. Bulursam onların alınlarından öpeceğim...Siz de öpün öpün ki sayıları çoğalsın...

Camiler neden boşalıyor?

Ramazan ayı gelip geçiyor. İbret dolu, çok güzel anılarla uğurluyoruz Ramazan ayını. Camiler bir ay boyunca şenleniyor. İftar yemeklerinde dostlar birbirleriyle buluşuyor, kucaklaşıyor, hal-hatır soruyorlar. Ancak son yıllarda teravih namazlarında camiler istenilen doluluğa ulaşamıyor. Ama ışıkları devamlı yanıyor, iftar yemekleriyle ihtiyaç sahiplerinin gönülleri alınmaya çalışılıyor, muhtaç olan insanların karınları doyuruluyor, bunlar güzel şeyler. Ancak bazı camilerde 2 veya üç saf cemaat oluyor. 90'lı yıllara kadar camilerde yer bulmada güçlük çekilirdi. İster istemez şöyle bir soru aklımıza geliyor: "90'lı yıllarda insanlarımızın çocuklarının 10- 15 yaşlarında olduğunu düşünürsek ve üçer çocuktan yola çıkarsak bugünün camilerinin yeterli olmaması gerekmez miydi?
Hesap ortada, camiler niçin cemaat sıkıntısı çekiyor? Cami yönetimleri ve din hizmetlileri kendilerini hesaba çekmelidirler. Camilerin gelirini artırmak için Allah ile aldatma yerine, nerede hatalar yaptık, hala nerelerde hata yapmaya devam ediyoruz? diye kendilerini öz eleştiriye tabi tutmalıdırlar.

Alkışlanacak bir ayrıntı; eskiden olduğu gibi bu camilerde hilal kavgaları yapılmıyor. Orucun hilal ile tutulup, bayramın hilah ile yapılmasının kavgası bitmiş. Takvim esas alınarak oruca başlanıyor ve iftar yapılıyor. Hoş ve güzel bir ortam. Önceki kavgaların niçin yapıldığını sorgulamadan geçemiyor insan. Kime yaradı o kavgalar, ne halledildi o kavgalarla?

Dini Cemaatler ne iş yaparlar?

İslâm dinini din olarak seçen insanlara müslüman denir. Müslümanların rehber edinmeleri gereken kitabın adı Kur'an’dır. Kur'an’la müslümanları tanıştıran kişiye Peygamber denir. O'nu Allah seçmiştir. Seçilen bu kişiler güvenilir kişilerdir. Son elçi olduğu, Seçen tarafından son peygamberdir diye ilan edilen kişinin adı Muhammed'dir. Bu isim Hz. İsa tarafından son Elçi'den 6 asır önce İncil'de ilan edilmiştir. Bunlar Elçi'dirler, kendilerine verilen ''Emanet'e'' birşey ilave edemezler ve O'ndan birşey eksiltemezler. Dinler insanların dünya hayatını dizayn etmek için gönderilirler. Arzulanan, ahiret hayatının mutlu bir hayat olarak devam edebilmesidir. Bu gaye için bir dizi ön şart sıralar Allah, Elçi'ye emanet ettiği O Kitap'ta. İbadetler, emir ve yasaklar bu ön şartları oluştururlar. Cemaat olarak yaşamak bu ön şartlardandır. Cemaat topluluk demektir. Cemaatlerde ortak hedefler olmalıdır. Bu ortak hedefler daha ziyade insanların dünyada mutlu bir hayat sürebilmeleri için konulmuştur:
-Barış içinde yaşanılacaktır.
-Zulüm yapılmayacaktır, zalimler desteklenmeyecektir.
-Eğitime ağırlık verilecektir.
-Komşuların hakkı korunacaktır.
-Adaletle muamele edilecektir.
-Doğa korunacaktır, tahrip edilmeyecektir, yani, ekolojik denge muhafaza edilecektir.
-Fakirler görüp gözetilecektir.
-Kurumlaşılacaktır v.b.

Cemaatleşmenin amaçlarından sayılabilecek birkaç örnektir yukarda zikredilenler. Faaliyetlerinin kaynağını din temeline oturtan cemaatlere; dinî cemaat denir. Cemaatleşme Allah'ın emridir. Güçlerin birleştirilmesini ister Allah. Çünkü, ciddi çalışmalar güçlerin birleşmesiyle yapılır. ''Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.'' (Âl-i İmrân 103) der Allah. Günümüzde cemaatler güçbirliği yapmak için değil, sanki güçbirliği yapanları zayıflatmak için oluşturulmuşlardır. Dinî cemaatler bu amaca uygun olarak kurulmuş gibidir.

Fırka-i naciye

Almanya'da hizmet verdiklerini söyleyen dinî cemaatlere bir bakarsak; onların Allah'a kul değil kendilerine üye yatiştirmekle meşgul olduklarını görürüz. İstisnalar her zaman vardır. Cemaat başkanı veya hocası, kendisinin dışındaki dinî cemaatlerin yanlışlarını anlatır cemaatına. Kurtuluşa erecek olan cemaat kendi cemaatıdır. Yani fırka-i naciye kendisidir. Fırka-i naciye, kurtuluşa eren topluluk demektir. Güya son Elçi: ''Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır, içinden bir tanesi kurtuluşa erecektir, 72 si dalâlettedir.'' buyurmuştur. Almanya'daki dini cemaatler ne iş yaparlar sorusuna cevap ararsak; ''Kendiliğinden camiye gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırız''ın hesabını yaptıklarını görürürüz. Camide çocukların okutulması da aynı amaca yönelik gibidir.
Samimiyetle, canını dişine takarak hizmet eden, sadece Allah rızasını gözeten gerçek mü'minler bu dairenin tabii ki dışındadırlar. Allah onlardan razı olsun, onların yar ve yardımcısı olsun. Ne mutlu o Allah dostlarına...

Toplanan yardımlar

Bazı cemaatlerin camilerinde, zekatlar toplanır, fitreler toplanır, kurbanlar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite edilerek anlatılır bu iş yapılırken. Sinevizyon gösterileriyle insanların duyguları harakete geçirilir. Hedef, duygu sömürüsü yaparak daha çok para devşirmektir. Bu cemaatlerin hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle tutulacak hizmet yoktur desek yeridir. Çocukları da, pedagojik formasyonu olmayan hocalar okutur genel olarak. Bazı camilerde bir hoca 50-60 çocuğu bir iki saat içinde okutmak zorundadır. Bir çocuğa düşen zaman 5 dakika bile olmayabilir. Bazen hocalar iki üç çocuğu aynı anda okutmak zorunda kalır. Yeteri kadar hoca istihdam etmek istenilmez. Yeni bir istihdam, artı masraf demektir. Çünkü, toplanan paralar camilerde kalmaz, genel merkezlere gider. Hocaların aldıkları maaşlar yaptıkları hizmetlerle doğru orantılı değildir. Çark böyle döner. Çarkın yanlış döndüğünü farkedenler ve bu yanlışlığı dillendirenler hemen görevden alınırlar. Hem de çeşitli iftiralar atılarak görevden alınırlar.

Bu yanlış nuygulamadan doay dînî cemaatlerin :
-Vakıfları yoktur.
-Hastaneleri yoktur.
-Öğrenci yurtları yoktur.
-İmam yetiştiren yüksek okulları yoktur.
-Kur'an öğretmeni, dindersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları yoktur.
-Gazeteleri, dergileri yoktur, televizyonları yoktur.
-Hukuk büroları yoktur.
-Danışma merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal konutları yoktur. Yani gelecekleri yoktur...

Cemaat bu paranın hesabını sormaz veya soramaz

Teşkilat, topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldür. Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar, bazen Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e yardım diye çıkar vb.... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Yıllardan beri ne Afganistan'ın problemi çöçözülmüştür, ne Filistin'in, ne Çeçenistan'ın... Buna rağmen yine de toplanır o paralar. Cemaat bu paranın hesabını sormaz veya soramaz. Bu sorumsuz sorumluların tutumu yüzünden; dini cemaatler bir araya gelip, güçlerini birleştirip, hizmet alanlarını belirleyerek ortak çalışma içine giremezler. Meşrep çalışmaları dini hizmetlerin devamlı önünde tutulur. Olmazsa olmaz olan, din değil de sanki meşrepmiş gibi hareket edilir.

Dînî Cemaatler;

50 yıldan beri kendi ihtiyaçları olan imamlarını kendileri yetiştirememektedirler. İmam yetiştiren bir yüksek okul açamamışlardır. Bu cemaatlerin böyle bir yüksek okul açmaya güçleri yetmez mi? Elbette yeter. Ancak bu yetişen imam hangi meşrebe göre din anlatacaktır, Kur'an'ı hangi meşrebe göre yorumlayacaktır? Hal ilmini hangi mezhebe göre anlatacaktır. Mesela abdesti bozan şeyleri hangi mezhebe göre anlatacaktır. Sorun buradadır. Yazıktır, günahtır. Dini cemaatler birbirlerinin ayağına basmayı bırakarak, en kısa zamanda bir araya gelmeli ve bu gidişe dur demelidirler.
Türkiye'den getirilen ısmarlama hocaların çoğu, hizmet aşkıyla gelmiyorlar buraya. Biraz para kazanarak, ceplerini doldurarak geriye gitmeyi düşünüyorlar. Bundan dolayı da etliye sütlüye karışmadan zamanlarını doldurmak istiyorlar. Ve işte tam da bu yüzden ciddi çalışmaların altına imza atamıyorlar.

Cami derneklerinin de işine geliyor bu uygulama. Böylece ne şiş yanıyor ne de kebap. Halk, veren el olduğu, alan el olmadığı sürece kervan yürüyor. Tekerin önüne taş koymak isteyen olursa, ona da haddini bildirmek o kadar zor olmuyor. Bu duyarsızlık böyle devam ederse 20 yıl sonra camiler birer birer kapanmaya başlayacaktır. İşte o zaman çok geç olacaktır. Afrika ülkelerine para göndermenin cezasını 20 yıl sonra gelecek olan  nesil çekecektir. Kendi çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken, tamamen Afrika'ya el uzatmak ihanet değildir de nedir? Oradaki insan yarın yine aç kalacaksa, bugün et yese ne olur yemese ne olur... ''Aklınızı çalıştırmazsanız, sizi pislik çinde bırakırım.'' (Yunus 100) der Allah.

Kiliselerin papaz yetiştiren;

-Yüksek okulları vardır.
-Vakıfları vardır.
-Sosyal konutları vardır.
-Danışma merkezleri vardır.
-Meslek okulları vardır.
-Televizyonları, dergileri vardır.
-Yayınevleri vardır.
-Araştırma merkezleri vardır.
-Meslek okulları vardır.
-Hastaneleri vardır.
-Üniversiteleri vardır.

Müslüman cemaatlerin ise:

-Tarihe mal olmuş ataları vardır; yenilerini yetiştirmek gerekmez. Yapılacakları dedeleri yapmıştır.
-Babaları deleri müftüdür; cennete girmek için onların torunu olmak yeterlidir.
-Kalpleri temizdir; kendilerinin salih amel işlemeleri gerekmez.
-Somalileri vardır; oralara gönderilen paraların hesabını vermek kolaydır, çünkü, kontrol dışıdır.
-Filistinleri vardır; devletleri olmadığı için Filistin üzerine hamaset yapmak daha etkileyici olur.
-Afganistanları vardır; Afganistanlılar da garibandır, onların adını vererek para toplamak kolaydır.

Ancak insanımızın, kendi çocukları parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır, kumarhanelerdedir, meyhanededir, hapishanededir. İş merkezlerinin kapılarında kuyruktadır. Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın gibi dolaşırlar ortalıkta. Allah aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?


İrfan Taşkıran

Siyami kemal-i afiyetle görevini tamamladıktan sonra Bölge Başkanlığına aynı usulle İrfan Taşkıran getirildi. Genç yaştan beri teşkilatın içinde olan bir delikanlıdır İrfan. Saygılıdır, kalp kırmamaya özen gösterir, yardım severdir. Teşkilatın dışa bakan yüzünü biraz da olsa aydınlatan kişidir. Milli Görüş’ün dışındaki teşkilatlar nezdinde ve resmi makamlarda teşkilatı tanıtmıştır. En azından teşkilat oralarda kabul görmeye başlamıştır İrfan sayesinde. Liberal bir politika izledi başkanlığı süresince. Bu çalışmaları Genel Merkez nezdinde kabul görmemiş olacak ki, süresi dolmazdan 6 ay önce görevden alınıverdi.
Kendisine defalarca söyledim; ‘İrfan’ım yaptığın bu güzel işler bazılarını rahatsız edebilir. Önce yönetim kurulu üyelerinden başlayarak bir değişiklik yap. Kendi yönetimini oluştur, sonra pişman olursun.’ dedimse de sözümü dinletemedim, gerekli değişiklikleri zaman içinde yapacağını söyleyerek işi zamana bıraktı. Ben haklı çıkmak istemezdim ama, maasef haklı çıktım. Duyduğuma göre, ‘Havaalanında beni karşılamaya gelmedin!’ diye, sudan bir bahaneyle süresi daha dolmadan görevden alınıvermiş. 
IGMG Berlin bölgesi Mahmut Gül ve Nail Dural sonrasında  7 şiddetinde büyük bir depremle sarsıldı.  Bu depremin artçıları Siyami Öztürk döneminde de devem etti. İrfan Taşkıran her ne kadar depreme dayanıklı binalar yapmaya çalışsa da çürük malzeme kullandığı için, onun yaptığı binalar da bir günde yerle bir oluverdi.
İrfan’dan sonra göreve gelen Said Jurnal genç ve tecrübesiz bir delikanlı. Ben kendisini severim, başarılı olması için Allah’tan yardım diliyorum.
Koskocaman bir teşkilat maalesef kifayetsiz muhteristler tarafından itibarsızlaştırlıverdi. Yazık oldu bunca emeğe, göz yaşına, dökülen tere, harcanan mesaiye. İnsan düşünmeden edemiyor; bütün bu hadiseler görünmeyen bir elin projesi olabilir miydi?
Belki de...?!

Devam edecek